1 Mayıs, II.Enternasyonal’ın kararıyla ilk kez kutlandığı 1890 yılından bu yana, işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik saldırılara karşı talepleriyle alanlara çıktığı, birlik, mücadele ve dayanışma duygularını en somut şekilde alanlara yansıttığı bir gün olarak tüm ülkelerde kutlanmaktadır.
Ancak bugün 1 Mayıs, bayram olmaya her zamankinden daha uzaktır. Yanlış ekonomi politikalarıyla, hepimizin hakkı olan kaynakların iktidar yandaşlarına peşkeş çekilmesiyle, emekçi ve üretim düşmanı yönetim anlayışıyla gelinen noktada, Türkiye Cumhuriyeti halkının yüzde 90’ı Saray ve şürekâsını doyurmak için canla başla çalışmaktadır.
Hızla yoksullaşan ülkemizde orta sınıf kavramı yok olmuş ve fakir ile zengin arasındaki uçurum derinleşmiştir. Nüfusun en düşük gelir grubunu oluşturan yüzde 20’lik diliminin toplam gelirden aldığı pay yüzde 5,9; buna karşın nüfusun en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubunun toplam gelirden aldığı pay ise yüzde 47,5’dir.
Ev taksitini aratmayacak büyüklükte kiralar, marketlerde durmadan değişen etiketler, haracı aratmayacak hale gelen devasa vergiler, emekçilerin belini bükmüştür. Tüm emekçi sınıfı gibi, eğitim emekçileri olarak bizler de sırtımıza yüklenen bu derin yoksulluğun ağırlığı altında ezilmekteyiz.
O yüzden bugün, bizler için bir bayramdan çok yaşadığımız cehennemi haykırmanın ve bize yaşatılan bu kabusa karşı sessiz kalmayacağımızı göstermenin günüdür.
Eğip bükmeye gerek yok; eğitim emekçisinin hali ortadadır:
Sendikamızın araştırması ortaya koymuştur ki eğitim emekçilerinin yüzde 95’i ailesinin gıda masraflarını dahi karşılamakta zorlanırken, yüzde 65’i belli aralıklarla ailesinden borç almak durumunda kalmaktadır. Yani bu iktidar öğretmenin evine başı dik girebilme hakkını da çalmıştır. Kredi ve kredi kartına batmış olmayan, daha aybaşında ay sonunu kara kara düşünmeyen tek bir eğitim emekçisi yoktur. OECD ülkeleri arasında öğretmene en az maaşın verildiği 6. ülke olan Türkiye’de bizlerin alım gücü, dizginlenemeyen enflasyon karşısında gün be gün erimektedir. Güvenceli çalışma, kadrolu istihdam bir hak olmasına rağmen öğretmenler ücretli, sözleşmeli, kadrolu adı altında kategorize edilerek, ayrıştırılarak sömürülmektedir. Hükümet aynı zihniyetle yıllardır kadrolu yardımcı personel, hizmetli ve memur ataması yapmayıp, çalışanlar üzerindeki iş yükünü arttırmış ve taşeron işçilerle, İŞKUR üzerinden sağlanan geçici çalışanlarla bu hizmetleri düşük ücret vererek sağlamaya çalışmıştır.
Son dönemlerde siyasi iktidarın liyakatsiz bir şekilde atadığı rektörler aracılığıyla, üniversiteler üzerinde bilimsellikten uzak, baskıcı politikalar uygulanmaktadır. Maaşları yoksulluk sınırının altına düşen akademisyenler, alanlarında bilimsel çalışmaları geliştirirken birçok zorluklarla karşılaşmaktadır. Birçok başarılı akademisyen, ekonomik sebeplerden dolayı üniversitelerinden ayrılmak ve yurtdışına gitmek istemektedir. Akademisyenlerimizin alanlarında kendilerini geliştirebilmeleri ve bilimsel çalışmalarını yapabilmeleri için daha çok ekonomik desteğe ihtiyaçları olduğu ortadadır.
Bizler Başöğretmen’in eğitim neferleri olarak,
Fakir Baykurt’un meslektaşları, yoldaşları olarak,
TÖS’ün, TÖB-DER’in ruhunu mücadelesinde yaşatan Eğitim-İş olarak,
Bize reva görülen bu sefaleti, bu itibarsızlığı, bu sömürüyü kabul etmiyoruz.
-Bu topraklara bir güneş gibi doğan Cumhuriyet’in gericilikle karartılmaya çalışılmasını,
-Irkçılığın, cinsiyetçiliğin iktidar tarafından hormonlanarakbüyütülmesini,
-Cumhuriyet’in taşıyıcı sütunları olan laikliğin, sosyal devlet ilkesinin, adaletin azgın bir azınlıkça sistematik olarak saldırıya uğramasını,
-“Irmağının akışına ölürüm” diye türkü söyleyenlerin, bu cennet vatanın taşını toprağını bile ranta çevirip yok etmesini,
-100 yıl önce bu topraklardan men edilen tarikatların bugün örümcek ağı gibi ülkenin ve devletin dört yanını sarmasını,
-Bu ülkenin geleceği olan çocuklarımızın laik, bilimsel, kamusal, adil eğitimden her geçen gün biraz daha uzaklaştırılmalarını,
Kabul etmiyoruz!
Ve ant olsun ki sesimizi büyüterek, birleşerek kazanacağız. Biliyoruz ki kayayı parçalayan suyun şiddeti değil, sürekliliğidir; o yüzden bir an dinlenmeden, uslanmadan mücadele ederek kazanacağız. Kazanmak zorundayız ve kazanacağız!
Bu konudaki mecburiyetimiz, ancak Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün 26 Mayıs 1919’da Samsun Havza’da yaptığı konuşmayla izah edilebilir:
“Şimdi çukurun kenarındayız. Son bir cüret belki bizi kurtarabilir. Zaten geri dönmek imkanı da yoktur”.
Geri dönmeyeceğiz, Kazanacağız arkadaşlar! Kazanacağız!
YAŞASIN EĞİTİM-İŞ!!!
YAŞASIN 1 MAYIS!!!
YAŞASIN HAKLI MÜCADELEMİZ!!!
MERKEZ YÖNETİM KURULU